ORTODOKS KİLİSESİ

Birinci bölüm Yaklaşık 2000 yıl önce Filistin topraklarında, havarileri olarak kendi seçtiği 12 kişi ile birlikte ülkenin her bir yerini gezerek vaaz edip öğretecek olan İsa adında bir kişi doğdu. Daha sonra bu insan çeşitli fikir ayrılıklarının sebebi oldu. Bazılarına göre o, kendini Tanrı’ın oğlu diye tanıtan bir iktidar meraklısı; diğerlerine göre aydınlanmış bir kişi, başkalarına göre de basit bir peygamber idi. Romalı vali Pilatus zamanında çarmıha gerildi ve daha sonra Hıristiyan olarak tanınacak cemaati, onun, ölümünden üç gün sonra, Tanrı’nın oğlu olmasından dolayı O’nun özelliklerine de sahip olduğu için, kıyam ettiğini ilan ettiler. İsa, cemaatine, Tanrı’ya bağlılıklarının ve kardeşçe bir toplum olmalarının canlandırıcı bir göstergesi olmak üzere, beraberce dua etmek için biraraya gelmelerini ve ekmek ile şarabı paylaşmalarını tavsiye etmişti. Hemen sonra, ileride Hıristiyan olarak anılmaya başlanacak olan, bu kadın ve erkekler dünyaya yayılıp her yerde topluluklar oluşturdular. İlk üç yüz sene zarfında Roma İmparatorluğunun pagan otoriteleri tarafından çoğunlukla kanlı bir sekilde zulüm gördüler. Ancak IV yüzyılda imparator Konstantin zamanında kendilerine dini serbestlik tanındı. İmparatorluk o zaman ikiye bölünmüştü: birincisi ve daha eski olan batıya yayılmıştı ve başkenti Roma’ydı; ikincisi ise doğuya yayılmıştı başkenti Konstantinopolis’di. Antik Bizans’ın yerinde inşa edilen Konstantin’in şehrinden IX.yüzyılda yola çıkan misyonerlerin amacı slavları dine davet etmekti. Böylece onlar da aydınlanmış ve Bizanslılarca atılan bu adımın slavlar tarafından, kendi toplumsal izleri de eklenerek, gelişmesi ve yayılması emin bir hale gelmişti. Bundan sonraki bin yıl boyunca, zaman zaman tehlike geçirmesine rağmen, Hıristiyanlar uyum içinde beraberce yaşadılar ve birliklerinin devam edeceği konusunda şüphe yoktu. Büyük Ayrılık XI. yüzyılda Doğu ve Batı Roma’nın birbirinden kopması ile gerçekleşti. Bazda dinin temelleri, İsa tarafından İncil’de öğretildiği şekilde aynı idi, fakat bir takım noktalar üzerinde Doğu ve Batı’nın düşünceleri farklılıklar göstermeye başlamıştı. XVI. yüzyılda, Reform’lar sırasında, Batı’da bir ayrılık daha baş gösterdi ve böylece Protestan Kilisesi doğmuş oldu. Bizans imparatorluğuna gelince, onlar da yıllarca güneyden gelen Arapların işgalleriyle küçülmeye başladılar ve son darbe de Konstantinopolis’in 1453’te Türk’lerin eline düşmesiyle vurulmuş oldu. Hıristiyanların tam olarak Katolik, Protestan ve Ortodoks şeklinde ayrı ayrı olarak nitelendirilmesi XVI. yüzyılda belirdi. Etimolojik olarak “Ortodoks”, gerçeğe uyan, doğru yolu takip eden kişi demektir. Ama aynı zamanda haklı davayı kutsayan kişi ve doğrunun kutlanması anlamlarına da gelir. Bu anlamda Ortodoks’lar inançlarını şarkılarla ifade ettiklerini söylemekten hoşlanırlar. Amerika ve Avustralya’da olduğu gibi Batı Avrupa diyasporası Ortodoks’ları Doğu kökenlidir. Bunun içindir ki Protestan ve Katolik Kiliselerinin oluşturduğu Batı Kilisesinden farklı olduklarının belirtilmesi için Doğu Kilisesi mefhumu ortaya çıkmıştır. Bir Kilise tarihte yeniden doğuyor Doğu Kilisesinin tarihi gelişimi Bizans’ın  Roma yerine başkent oluşu Barbarlar tarafından yok edilmeden önce Roma çok kötü bir kriz yaşamaya başladı. Dahice bir hareketle, Konstantin karadeniz kıyısında küçük bir kent olan Bizans’ı başkent yapmaya karar verdi. Hıristiyanlığın doğudan çıktığının bilinciyle, batıdaki merkezi doğudaki bir merkez ile dengeledi. Paganlıktan devletin resmi dini olan Hıristiyanlığa geçiş, devletin merkezinin doğuya kaydırılması sırasında atılan yeni temeller üzerine inşa edildi. Öte yandan imparatorun kendi adını verdiği yeni başkent aynı zamanda antik Roma’nın mirasçısıydı: sonsuza kadar yaşamak üzere kurulan şehirlere özgü bir şekilde Konstantinopolis’te de yunancadan hariç çoğunluk latince konuşabiliyordu, aynı düşünce biçimleri, adil, yayılmacı, yapıcı ruh Boğaz’ın iki yakasında da yeşeriyordu. Sonuç olarak doğu ile batı arasındaki farkların vurgulanması sırasında sağduyulu hareket etmek uygun olacaktı. Milano Bildirisi 313 teki Milano bildirisinin ilanıyla Konstantin Hıristiyanlara yüzyıllardır çektirilen zulme son verdi ve siyasi otoritenin Kiliseyi resmen tanımasının yolunu açtı. Daha sonra meşhur” Bizans Senfonisi” oluştu. Bu oluşum ilahi işlerle ait servislere adanmış olan Patrikliğin gücü ile dünyevi işlerle ilgili yetkileri elinde bulunduran imparatorun güçleri arasındaki dengeyi korumak amacında idi. Kurulan yeni yönetim şekli teokrasiydi, yani Tanrı tarafından geliyormuş gibi düşünülen otoritenin dünyada onun temsilcileri olan kişiler tarafından kullanılması, ki bu yöneticilerin başı imparator veya vasileus – Tanrı’nın kutsadığı – ve patrikdir. Batıda Papalık, doğuda Kilisenin hala yapamadığını, laik otoriteden kurtulmanın, ve hatta kendisi ile ters düşen prensliklerin gücünü kırmanın yollarını arıyordu. Bizans yaşamının bazı özellikleri Bazı hataları olmasına rağmen, ölümünden az bir vakit önce vaftiz olan ve Doğu Kilisesi tarafından hem kendisi hem annesi Helen’in aziz ilan edildiği Konstantin’in eserine saygı duymak gerekir. Sonuçta Hıristiyanlara zulüm onun zamanında sona erdirildi ve Kilise serbestçe gelişmeye başlayabildi. Bizans’ta sosyal yaşam kuvvetli dini duygulardan çok derinden etkilenmişti. Bizanslı (devrimden önceki Rusya’da da olduğu gibi) tatillerini dini yortulara rast getiriyordu. Arena’daki gösteriler ilahiler ile başlıyordu. Üzerine haç işareti de konulan ticari  kontratlarda Kutsal Üçlüğe de atıf yapılıyordu. Toplantılarda, mağazalarda, veya karşıdan karşıya geçerken bile sadece meleklerin cinsiyeti ile ilgili değil çözümünün insanlığın kurtuluşu için  önemli olan problemler bile konuşulurdu. Bu koşullarda, başkent halkının sohbet konularının, sonuçlarından kendilerinin de haberdar edildikleri, konsillerde (konsül – episkopos – bölgenin en yüksek dini görevlisi – toplantılarında) alınan karar ve çıkarılan kararnameler olduğunu söylemek bile gereksizdir. Yanılmazlık (Papa’nın iman konusundaki açıklamalarında hiç bir şekilde yanılmayacağı anlamındaki Katolik dogması) özelliği olmayan dolayısı ile ulaşılamaz olmayan episkoposlar meclisi Tanrı’nın halkından uzak değildi. Bu meclisin görevi, vahiyde zaten kapsanan, halk tarafından aşağı yukarı bilinçli bir şekilde zaten yaşanmakta olan gerçeğin, yanılgılara yol açmasın diye – sırrı açıklayabilmek için yetersiz oldukları bilinmesine rağmen – kelimeler ile basitleştirilmesine çalışmaktı. Halk bu açıklamaları konsil tarafından onaylanmasından sonra  kendi gerçeği olarak tanıyordu. Bundan itibaren, bu gerçek aşağıda sunulan akşam ayini duası alıntısıdan görüleceği gibi liturjiye dahil ediliyordu : “Bakire rahimden, bütün çağlardan önce mucizevi bir şekilde çıkan Kelam, Baba gibi ezeli, gönüllü olarak, bizim için çarmıha gerilmeyi ve ölümü kabul eden ve kutsallıkta kıyam eden…” “Baba gibi ezeli” Kelam, bu I. Ekümenik konsilde (İznik) alınan bir karardır, aynı toplantıda Oğul’un da Baba gibi olduğu (O Tanrı ile tek ve aynı öze sahiptir), ve İnsanoğlu İsa’nın aynı zamanda Tanrı olduğu (karşıt olarak Arius için O sadece bir insandır) kararları alınmıştır. “Bakire rahimden” çıkan : bu da III. Konsilde (Efes) ele alınmıştır ki sonunda Bakire Meryem “Tanrı’nın Anası” olarak tanımlanmıştır. Kilise duaları ilahiyatın temel dogmalarından (imanla kabul edilen hakikat) besinlenir. Günümüzde artık, ihtisaslaşmış ortamların dışında, kimse, antik Bizans’ta olduğu gibi, dinin problemlerini boş yere tartışmamaktadır. Ama bizler de dua ediyoruz, ki bu da onları yaşamımıza katmamızın ve imanda atalarımızla gönül birliği içinde olduğumuzun başka bir şekilde ifadesidir. Aziz İoannis Chrysostomos (veya altın ağızlı Yuhanna) (407) aralıksız iki saate kadar süren inandırıcı vaazları sırasında kendisini ayakta ve cankulağıyla dinleyen inananlara seslenerken zamanının sosyal dengelerine saldırıyordu : “ Sizler tam koşumlu katırlarınızda gezinti yapıyorsunuz, ama İsa kapınızın önünde ölüyor”. O aynı zamanda sakramentumun (kutsayan gizem) sunaktan kıyam eden İsa için alınan ökaristi komünyonunun (Hıristyanların iman ve gönül birliğinin simgesi olarak ekmek ve şarabın paylaştırılması) – kardeş sakrementumundan (aç olanlara, ihtiyacı bulunanlara, hapisanede bulunanlara uzatılan yardım) ayırılmamasının gerektiğini söylüyordu. Bir yandan da Aziz Vasilios, episkpososu olduğu Kayseriye şehrinin yakınında neredeyse yeni bir şehir olacak kadar büyük bir alanda hayrat evleri (çıraklık okulları, yetimhaneler, cüzzamlı evleri, huzurevleri ) kurdu. Hıristiyanlık ruhu dini açıdan sanatın (ikonalar, Aya Sofya bazilikası mimarisi), felsefi ve ilahi düşüncenin (Kilise Babaları – I. ve VI. yüzyıllar arasında yaşaymış olan ve Hıristiyan öğretisini yaymak ve savunmak amacıyla otoriteleri kabul edilmiş yapıtlar veren aziz düşünürler), edebiyatın (Bizans ayinleri insanlığın en büyük nazım eserlerindendir) gelişmesine ilham vermiştir. Konstantinopolis’ten doğuya (Asya), batıya (Balkan milletlerinin Hıristiyanlaşması), ve kuzeye (Slavların Hıristiyanlaştırılması) doğru yoğun bir misyonerlik uğraşı başlatılmıştır. 1453 te, Konstantinopolis’in Türk’ler tarafından alındığı ölümcül tarihte, bu ruhani ve kültürel uğraşlar sert bir darbe ile sona erdirilmiştir. Fakat zenginliklerinin yaygınlaşması, uygarlığının muhteşem parıltıları, yaratıcı dehası ile, imparator Konstantin tarafından temeli atılan başkent ortaçağ boyunca insanların rüyalarını süslemiştir. Slavların uyanışı Aziz Kirillos ve Aziz Methodios Moravya (çağdaş Çek cumhuriyetinin doğusunda bir bölge) prensi Rostislav 862 yılında Bizans’tan kendilerine “kendi dilinde  Hıristiyanlığın gerçek temellerini” anlatması için bir öğretmen yollamasını rica etti. Patrik (Photius) slavca konuşulan Makedonya yakınlarında bir şehir olan Selanik asıllı iki kardeş Kirillos ve Methodios’u prense yollamaya karar verdi. Kardeşler hemen işe koyuldular. Rekor denilebilecek çok kısa bir zamanda, bir alfabe yaratarak, Kitab-ı Mukaddes’i, muazzam litürjik metinlerin tamamını, çeşitli din eğitimi kılavuzlar ve benzeri eserleri halk diline çevirdiler. Bütün bir yıla yayılan Bizans ayinleri, özünde, Tanrı’nın Kelam’ı ve onun insanlara esinlenmesinin gizini sonsuz zengin bir şekilde yorumlayan yapıtlardır. Litürji (ayin düzeni) aynı zamanda halkın kültürel değerlerinin de bir aynası olup eğitiminde de önemli rol oynar. IX. yüzyıldan sonra, sadece Slavlar herkesin anlayabileceği bir dilde Rabbimiz’i kutsayabiliyorlardı. Yunanca ve latince litürji batıda hatta Bizans imparatorluğunda bile eğitimsiz inanalara tamamiyle hitab edemiyordu. Kirillos ve Methodios, ana Kiliseye sadık kalarak Kredo’yu (inanç bildirgesi) Filioque’u (latince-“ve Oğul’dan”demektir, sadece Katolik Kilisesi kredosunda bulunur ve Kutsal Ruh’un Baba ve Oğul’dan kaynaklandığını belirtir. Bu da imanın ifadesi açısından doğu ve batı Kiliselerinin ayrılma noktalarından biridir) eklemeksizin ifade ediyorlardı: görevlerinden biri de zaten buydu. Kardeşinin ölümünden sonra, Methodios hem slavlara karşı hem de Bizansa’tan kaynaklı Hıristiyanlığa karşı yapılan savaşta Fransız-Alman orduları tarafından zulüm görüp hapse atıldı. 1980 yılının aralık ayında Papa Jean-Paul II, Hıristiyanlık tarihinin bu acılı olayını tekrar gözden geçirerek, Aziz Cyrill ve Aziz Methode’u Aziz Benoit gibi Avrupa’nın patron azizleri olarak ilan etti. Doğu ve batı kültürleri arasında bir köprü oluşturabilecek nitelikteki mutheşem eserleri, maalesef aradaki anlaşmazlığı körüklemiştir. Avrupa kıtası, kökleri Hıristiyan olan özel bir birliğe sahiptir. Tarihi ayrımların ötesinde, slavların azizleri, İncil’den esinlenerek, adalet, kardeşçe sevgi, Tanrı’nın suretinde yaratılmış olan insanın vakarı gibi değerlere sahip olan yeni bir kültürün temel atıcıları olarak haklı bir onura sahiptirler. Ve bu yeni uygarlığın ufku dünyevi ve maddi sınırların ötesine uzanır. Onlar bu metinleri büyük bir çaba ile halkın diline çevirerek bir kültürün Hıristiyanlaşmasında pay sahibi olmuşlardır. Halk sanatının eserleri, daha sonra gelecek olan, ikona ressamı Roublev, Gogol, Tolstoy ve Dostoyevski gibi şair ve yazarların hepsi, kısmen bile olsa, Aziz Kirillos ve Aziz Methodios’un ruhani varisleridir. Rusya’nın vaftizi Yaklaşık bin yıl önce, 988’de, Kiev prensi Vladimir Hıristiyanlığı kabul etti ve halkını da nehre girip vaftiz olmaya davet etti. Bu, avrupanın geçmiş ve geleceği açısından da, Hıristiyan dünyası içinde çok önemli bir olaydır. Çevresinde daha önceden  Hıristiyan olmuş ve kendisinden daha gelişmiş ülkeler bulunan Vladimir, paganizmin uygarlık ruhu taşımadığının ve zamanını tamamladığının farkına varmıştı. Seçimini o zamanlar hala inanç açısından Roma ile tamamen aynı olan Bizans Hıristiyanlığı yönünde yaptı. Vladimir, hayatının ilk döneminde kadınlara, eğlenceye düşkün pagan bir prens, korkusuz  ve acımasız bir savaşçıydı. Dinini değiştirmesi, dindar rahiplerce kaleme alınan derin ruhani benzetmelerle dolu olan tarihi belgelerde efsaneleştirilerek anlatılmaktadır. Almanlar ona eğer milleti ile beraber Hıristiyan olmaya karar verirse ülkesinde latin dilini kullanması gerektiğini ve dış kaynaklı bir otorite hiyerarşisini (başı Roma idi) kabul etmesinin zorunlu olduğunu  söylüyorlardı. Vladimir bu iki konuda taviz vermedi, bu tavrı zaten daha sonra kabul edeceği Doğu Kilise’si geleneklerine de aykırı değildi. Doğu Kilisesine göre, gerçekten, tapınırken sadece ülkenin dili kullanılır ve tek dini otorite de yerel Kilisedir. Vladimir’in din değiştiriken gözönüne aldığı şeyler sadece bu kadar ile kalmadı. Aynı zamanda, seçeceği Kilisenin ruhuna uygun olacak şekilde kararınını tek başına vermek yerine danışarak ve konseyi ile tartışarak almak istedi. Dolayısı ile yurt dışına dini tatbikatlarını gözlemlemek amacı ile elçiler yolladı. Rapor şu noktalardan da bahsediyordu: Müslüman Bulgarlar’da “İnanlar arasında sevinçli neşeli insanlar göremedik”, latinleştirilmiş Almanlar’da “Güzellik bulamadık”. İşte bu iki konunun incelenmesinden dini gerçekliğin, ilahiyat biliminin sırları açıklamaya çalışmasındaki gibi sadece intellektüel düzen veya İsa’nın emirlerinin günlük hayatta kullanılması gerekmesi açısından da sadece bir ahlak düzeni olarak ele alınamayacağı anlaşılır. Yukarıdaki özellikler her şeyden önce güzellik ve mutluluğun algılanmasına temel teşkil eder ki bunlarda insan ruhunu altüst edebilen, çevirebilen ve değiştirebilen öğelerdir. Kiev’li prensin elçileri de bu güzellik ve mutluluğu Konstantinopolis’teki Aya Sofya katedralinde algıladılar. Orada çok saygıyla, sevgiyle karşılandılar ve bu göz kamaştırıcı tecrübelerini şöyle yazıya geçirdiler: “ Yerde mi gökte mi olduğumuzun artık farkında değildik. Yeryüzünün hiç bir yerinde bu güzellik ve ihtişamla karşılaştırılabilecek bir şey olamaz. Burada daha fazla kalamazdık…” Normalde, Tanrı’nın özelliklerinden bahsederken O’nun iyiliğinden, herşeyi bilmesinden, her şeyden kuvvetli olmasından, sonsuzluğundan söz ederiz. Şaşkınlığımızdan ve güzelliğinden etkilendiğimizden bahsetmemiz daha nadirdir. Kiev’li elçiler, zamanın dünyadaki benzerlerinin en ihtişamlısı biri olan, Aya Sofya’nın liturjik seremonilerinin müthiş cazibesine kapılmışlardı. Güzellik konusu, Vladimir’in alması gereken kararda önemli bir rol aldı. Kararını verebilmesini teminen danışmanları ona : “ Eğer Yunanlılar’ın dini kötü olsa idi, dünyadaki en bilge kişi olan büyükanneniz bu dini seçmezdi.” diyorlardı. Bu tanımla onlar, Hıristiyanlığı kabul etmiş olan ve ileride aziz ilan edilecek prenses Olga’nın onun üstündeki etkisini hatırlatmak istiyorlardı. Olga, sevgisini ve bilgisini torunlarına da aşılamak isteyen tipik bir Rus büyükannesiydi.